Sırlar Odası: “10 no.lu”…

Sırlar Odası: “10 no.lu”…

Birol Kutkan, 13 Kasım 2016 – Ankara

“Hişşşşşttt!..”

Bir hayalet gibi süzülüp giriverdi içeri Osman. Yüzünde hınzır bir gülüş, tatlı bir telaş vardı. Kısık bir sesle:

“Oğlum, hoca yatmamış ya! Banyoda faça façaya geldik. Daha üzerini bile değişmemiş adam.” dedi.

Biri kıracakmış gibi bastı teybin “OFF” tuşuna. Bir anda içerideki bütün sesler bitiverdi. Biz yoktuk, hatta hiç kimseler yoktu ki burada. Yıllar önce terkedilmiş metruk bir binaydı burası. Burada yaşayan son canlı da çoktan toprak olmuştu, hatta bir yeşillik olup geri bile gelmişti.

Kimdi hatırlamıyorum, biri fırladı girişteki ranzalara. Kapının üzerindeki camdan, bir kontrol kulesi nöbetçisi edasıyla gözetlemeye başladı battaniyenin köşesinden. Nasıl atlanmıştı ki, hocanın yatmadığı.

Her türlü tedbir alınırdı oysa. Hocanın yattığı haberi nerden gelmişti ki o zaman. Ne kadar rahat davranıyorduk oysa, istihbaratta (!) bir sıkıntı vardı demek.

İçeri girer girmez ilk iş hemen gizliliği sağlamak oturdu. Bir karınca telaşıyla, arı titizliğiyle bir koşturmaca başlar, dışarıya orada olduğumuzu haber verecek bütün ispiyon noktaları tek tek battaniyelerle kapatılır, bütün izler silinirdi. Herkes ayaktayken sorun olmuyor da, el ayak çekilince her ses, her ışık büyüyüveriyor haliyle.

Tapınak Şövalyeleri gibi gizemli, Haşhaşiler kadar sessiz davranılırdı burası için. Kim bilir kaç yıldır gizleniyordu idareden.

Yarım saat geçti sanırım. Ortalık sakinleşti. Terlik şıpırtıları da kesildi. Gözetlemecinin güven veren ses tonuyla bütün faaliyet yeniden başladı.

Gizemli bir yer dediysem, hani karanlık işlerin döndüğü yerler değil burası. Öyle çocukça, öyle masumane bir dünyası var ki buranın. Pal Sokağı’nın çocukları nasıl koruyorlarsa kendi arsalarını bizde o yüreklilikle verirdik kendimizi burası için. Üstelik burası bize büyüklerimizden miras kaldığı gibi, alt devrelere bırakılacak emanetti de. Kutsallığı buradan geliyordu belki de…

Hafta içi bütün sıradanlığıyla onlarca kişiyi ağırlayıp, Cuma sabahı son kişinin çıkışıyla da koca bir sessizliğe bürünen, öksüzleşen bir yer burası. Ta ki, bizler gelene kadar. Bizim için özgürlük kampıydı ve gerçek sahipleri de bizdik elbette buranın.

Burası bizim ‘Sırlar Odamız’. Adı kayıtlara 10 No.lu Yatakhane diye geçmişse de buranın sakinleri için hep “10 No.lu” olarak kalmıştır.

Yaşadığımız fırtınalardan kaçarak sığındığımız kocaman bir limandı bize burası. Hiçbir saldırının zarar veremeyeceği kadar güçlü, etrafı hendek ve sularla çevrilmiş kalemizdi de…

Bütün bir hafta içi bu anları beklerdik hepimiz. Gizli saklı dinlemeye çalıştığımız kasetçalar özgürce çıkarılır, herkes elindeki kasetleri dökerdi ortaya. ‘Al Götür – Oku Getir’ kitapçılardan alınmış Tommiks, Teksas’lar. Kahvaltılardan arttırılmış ekmekler, reçeller. Kim bilir kaç defa okunmuş mektuplar. Biriktirilmiş özlemler, acılar, hayaller…

Kısık sesli kahkahalarımız doldururdu kocaman yatakhaneyi, Devekuşu Kabare’nin kasetleriyle. Zeki ile Metinle… Öyle dikkatli dinlenirdi ki, bazen kaçan espriler için kaset tekrar tekrar geri sarılırdı. Bazılarını kaç kere dinledik kim bilir. Ama her seferinde ilk kez dinliyormuş gibi aynı şiddetle gülerdik yine.

Sonra hepimizi alıp bir yerlere götüren şarkıları çalardı o teyp. Kimler yoktu ki… Ferdi Tayfur’dan “Ya Benimsin Ya Toprağın“, Müslüm Gürses’ten “Küskünüm”… Ya Acıların Kadını Bergen, Hüseyin Altın, İsmail Hazar… Kadehi şişeyi Cengiz Kurtoğlu’yla kırar, Ümit Besen’le nikâh masasına otururduk.

Hepimize has sanatçılar vardı bir de. Ben Ferdiciydim mesela. Kimi Müslümcü, kimi Orhancı… Webster İsmail Hazarcıydı mesela. Tavernacılar vardı bir de. Ümit Besen, buğulu sesiyle Nejat Alp, Cengiz Kurtoğlu… Hangimizin daha romantik, daha sevdalı olduğuna dair kozlarımızı bu kaset savaşlarında paylaşırdık. Bir de sanatçısızlar vardı. Onlar ‘dolumcuydu’. Her sanatçıdan birer ikişer seçer doldurturlardı Esnaf Sarayı’nda.

İçinde sevgiliye duyulan hasretten, öfkeye, uykusuz gecelerin sebebinden, kendini yollara dağlara vurmuşluğa neler yoktu ki. Ama hepimizin ortak sesleriydi onlar. Zülfü de Erkin Baba’da. Sonraları çıkan Ahmet Kaya’da… ilk dinlediğimizde “hepimizin annelerinin saçlarına yıldızlar düşmüştü” o gece. Hepsi ayrı bir tattı kulaklarımıza, hepsi ayrı bir dokunuş yüreğimize.

Bir efkar kaplardı bir anda havayı. Karanlık daha bir koyulaşırdı sohbetler sevgililere gelince. Kat yerleri artık yırtılmaya yüz tutmuş mektuplar çıkardı yeniden ceplerden. Patlayıverirdi birden birikmiş isyanlar, bazen bir hıçkırık, bazen bir küfür olur yırtar çıkardı bağırları… Cevap alınamayan mektuplar, alınmışsa bile keşke alınmasıydı denilenler. Açılanamayan kız arkadaşlar, buluşmaya gelmeyenlere duyulan öfkeler…

Aşkına karşılık bulanlar, aldıkları haberleri, ilk el tutuşmalarını, ilk pastane oturmalarını anlatırken yeni bir buluş duyuruluyormuş gibi sessizce dinlerdik. Kendi yazdığı mektubun yerine askerdeki bir arkadaşından gelen mektubu vermişti biri kıza da, gülmekten ağrılar girmişti karnımıza.

Tommik, Teksas, Mandrake, Kızılmaske, Mister No’lar el değiştirirdi bir ara. Bunun da pazarı kurulurdu hemen bir ranzanın üstüne. Hafta içi ders kitapları arasında gizli gizli kendine yer bulan bu muhteşem eserler, güneşlenecek gibi sere serpe uzanıverirlerdi yatağa.

Bizim kuşak harfleri buradan çıkarmıştı ilk. Okumayı bunlarla sökmüştü. Cin Ali’den önce tanımıştık biz onları. Öyle içimize işlemişti ki, Kulver Kalesi’ne gittiğinde Tommiks Suzi’yi görememişse kızardık çizene. Sanki bizdik buluşamayan sevgilisiyle.

Tamtam sesleriyle Fantom’u çağırdıklarında bizim de aklımıza ilk kendi Fantom’umuz gelirdi. Zagor’un Çiko’su gibi kaç tane Çikomuz vardı bizim de. Yeye’nin boynundaki, pusula mıydı saat miydi kaç kez tartışmıştık.

Ağlanacaksa da orada ağlanırdı birimizin derdine, gülünecekse de hep birlikte gülerdik. Konuşulmuş değildi bütün bunlar, bir kurala da bağlanmamıştı ama herkes bir diğerinin hassaslıklarına dikkat ederdi yine de. Eğer ki, bir konuda çok üstüne gidiliyorsa birinin o zaten kabul görmüş bir durumdu ya da ileride görecekti.

İlk sigarasını burada içmişti birçoğumuz. Kimi meraktan denemişti, kiminin kahrı ağır gelmişti ruhuna da savurmak istemişti dumanıyla.

Daha çok üçüncü sınıfların mekanıydı. Bazen çok sevilen ve buraya girebilmek için bütün elemeleri geçebilmiş olan alt devrelerden birileri de olurdu. Nasıl bizler bizden öncekilerin ağızlarının içine bakarak dinlemişsek abilerimizin, onlar da öyle heyecan duyarlardı. Önemliydi anlatılanlar çünkü. Onlar bizim hem sözlü edebiyatımızdı, hem büyüyen dağarcığımız. Sözlü kurallardı oradan çıkarılacak dersler.

Oraya getirilmiş bütün cihazlar da oranın demirbaşı sayılırdı. Birçoğunun mülkiyeti kime aitti bilinmezdi bile. Bilinenlerde konuşulmazdı zaten. Onlar artık oradakilerin hepsinindi.

Her insan giremezdi ama bütün konular girebilirdi 10 No.lu’ya… Forumdu orası. Herkes saygı çerçevesinde her şeyi konuşabilir, anlatabilirdi. Aynı zamanda bir eleştiri ve özeleştiri yeriydi de. Halk mahkemesiydi bazen… Varsa kırgınlıklar, küskünlükler orada çözülürdü.

Oranın en büyük ve değişmez temel yasası da, buradan gizlilik addedilen hiçbir şey çıkmazdı dışarı. Bütün özeller mühürlenir, yaşanmışlıklar kilitlenirdi. Kırık buruk yerlerimiz elden geldiğince tamir edilmiş olurdu. Bütün demirbaşlar yeni gelecek malzemelerle birlikte kullanılmak üzere bir sonraki buluşma için özenle saklanırdı.

Ve sonra hiç orada olunmamış gibi her yer düzenlenerek, terkedilirdi gizli kale. Pazar akşamından gelmeye başlardı çünkü 10 No.lu’nun geçici sakinleri…

Kardelen (Sayı 93-95, Ocak-Eylül 2017)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir