Kardelen (Sayı: 108-109)

Kardelen (Sayı: 108-109)

Yakası rozetliler

Samsun’un o nemli havası babamın romatizmalarını daha da çekilmez hale getirmeye başlamıştı. Üstelik doktor da son görüşmemizde buralarda daha fazla kalınması halinde yaşamın kendisi için zorlaşacağını söylemiş, sıcak şehirlerin ona iyi gelebileceğini anlatmıştı. Nereye gidilirdi ki? Sıcak bölgelerde hepi topu iki liman vardı zaten: Mersin ve İskenderun…

Okulun ikinci sınıf sonu stajını Mersin Limanı’nda yapmış bir ay kadar kalmıştım. İşe başlayınca Liman Nezaretçi Kursu’na yine Mersin Limanı’na gitmiştim. Niyeyse kendime hiç yakın görememiştim bu şehri, bu yüzden de kara kara düşündürüyordu. İskenderun daha güneyde nasıl olacaktı bilmiyordum.

Tam o yıllarda mucize gibi bir şey oldu. Ben buna hep babamın yüzü suyu hürmetine dedim. 1989 yılında İzmir Limanı Denizcilik İşletmeleri’nden TCDD’ye devredilmişti. Teşkilata çağrı yapılmış, İzmir’e gidecek liman personeli aranıyordu. Dilekçe vermemizle naklimizin çıkması arasında bir aylık bir süre ya geçti ya geçmedi, biz Kıvırcıkla (Murat Takmaz) İzmir’deydik. Limanın ilk demiryolcuları Samsun Limanı’ndan gelen beş kişiden ikisiydik.

Birkaç ay para biriktirme, ev kiralama, içine üç beş eşya alabilmekle geçti. Ev, yurt edinince babamları çağırdım. Babam (rahmetli) “oğlum bunca nüfus nasıl gelecez, memleketin tee öte ucu” demişti. Öyle ya, babam rahatsız, anam yol iz bilmez köylü kadını, nüfus kalabalık, kardeşler küçük. Ben de gidemiyorum ki alıp geleyim. Dedim “yanınıza alabileceğiniz özel eşyaların dışında ne varsa bırakın. Yolda işinize yarayacakları da alın çıkın.”

Posta treni Sivas’a kadar gidiyor. Gidiyor da posta Sivas’a varmadan ekspres oradan kalkıyor. Kalın’da kalsalar Sivas’tan gelen treni yakalayacaklar ama bunu nasıl anlatacağım babama. İnmeseler Sivas’ta bir gece bekleyip ertesi günkü trene binecekler. Kalın iyi de onlar için sıkıntılı. Hadi eşya yok olana sahip çıkılır da çocukları zapt etmek güç, çok küçükler.

Dedim ki babama “Baba tren Sivas’a kadar gidiyor, orada bir gece mecburen konaklayacaksınız. Gar’a git, yakasında bizim rozetlerden takılı olanları bul. Onlara bizim oğlan da sizden, Meslekli de. Onlar sana yardımcı olacaklardır.” Kimler vardı Sivas’ta bilmiyordum ama mutlaka birileri vardı. Bildiğim tek şey onların yalnız bırakılmayacaklarıydı.

Öyle de oldu. Bir Hareketçi abimize denk gelmişler akşam nöbetinde. Bir Meslekli’nin babası olduğunu öğrenince nasıl hürmetli davranmışlar. Eşyalarını muhafaza etmişler, kalacak bir oda vermişler, karınlarını doyurmuşlar. Babadan bize miras kalan şeylerden biri de bu olsa gerek çok çay içerdi rahmetli, çaya doyurmuşlar. Gece nöbetlerinin demlikleri biter mi, hepsi öksüz doyuran. Bir de kaynaya kaynaya katran karası olur, çoban adam arayıp bulamadığı şey. Ne zaman konusu açılsa o günü minnetle anar, öve öve bitiremezdi rozetlilerin yaptıklarını.

Ertesi gün bizimkileri duyan başka rozetliler de gelip elini öpmüşler, ihtiyaçları olup olmadığını sormuşlar, eşyalarını trene yüklemişler, kompartımanlarına da yerleştirmişler yolcu etmişler sağ olsunlar. Yol boyunca da Tren Şefine tembihlemiş olmalılar ki kaç kez gelip sormuşlar bir ihtiyaçları olup olmadığını.

Ankara’da yol bitiyor. Bizimkiler Gar’a inince şaşırıp kalmışlar tabi. Hınca hınç insan dolu her yer. Ne Samsun’a ne Sivas’a benziyor, kocaman bir yer. Eşyaları nasıl bulacaklar, birbirlerini kaybetmeseler iyi. Peronun bir yerinde bir direk dibinde öbek olup bekleşiyorlar. Babam artık işi nasıl kolaylayacağını biliyor ya, yakası rozetlileri arıyor.

Öyle kalabalık kalabalık bulmaya gerek yok birini bulsan yetiyor zaten. Çok geçmeden buluyor da birilerini, orası Ankara. Sağ olsunlar aynı ilgiyi göstermişler bizimkilere. Babamın onca itirazlarına rağmen Gar Pastanesi’nde kahvaltılarını bile yaptırmışlar. Babam köylü adam eziliyor tabi, teşekkür üstüne teşekkür. “Yav amca tamam, yapacaz tabi, senin oğlan olsaydı o da bizimkilere yapardı.”

Eşyaları söylüyor babam, belgeleri alıyorlar, “siz kahvaltınızı yapın biz sizi burada buluruz deyip gidiyorlar.” İlerleyen saatlerde gelip “hadi amca, biz hepsini hallettik. Eşyalarınız trene verildi, yerleriniz de hazırlandı” diyorlar. İzmir’e kadar da tren personeli ilgisini eksik etmemiş, sağ olsunlar.

Babam, günlerce anlatmıştı bu yolculuğu, yaşananları en çok da bu ilgiyi, hürmeti, dayanışmayı. Daha okul zamanlarında görürdü zaten bu kaynaşmayı, bu sağlam ilişkileri. Köye giderdik beş-on kişi bazı hafta sonları evci yazdırıp. Öğrenci çılgınlıkları, çocukluk heyecanları içinde denk gelirdi bize. Bir de hep devrelerimi görmüştü babam. Büyük tabloyla ilk kez karşılaşmış, onların hiç tanımadıkları birine bile ne denli yakın olduklarını görme fırsatı bulmuştu.

Ankara’daki abim “senin oğlan olsaydı o da bizimkilere yapardı” derken o kadar doğru söylüyordu ki. Yapardım, yapmam gerekirdi. Bu bize bir yük değil, bir borçtu zira.

İşe başladığımda bana kol kanat geren abilerim, bunu bana daha ilk günlerimde hissettirmişlerdi. 85’li Bilal Şahin (Dede), 86’lı Selçuk Pazar ve Levent Orcan limanda yatakhanede kalıyorlardı. İlk gece apar topar bir yatak uydurup yatakhane de yer yapmışlar, yemeklerini, sigaralarını ikram etmişlerdi. Okulda üst devrelerin yanlarında sigara içmek ne mümkündü, tereddüt edince de Bilal Abi “al la uşak, bura okul değil orası orada kaldı” demiş zorla vermişti. Ben mi o sigarayı içtim sigaramı beni içti bilemedim. Sonrasında 85’li Adem Tekinir ve Okan Nar evlerine kabul etmişler, Kıvırcık’la bana iki somya bulup bir oda ayarlamışlardı.

16 yaşında hiç bilmediği bir yerlere elinde bir bavulla gelmiş bir çocuk için bunlar inanılmaz dayanaklardır. Yalnız olmadığını hissetmek o çağların en önemli ihtiyacı ve gücüdür. Bu yüzden bu beş ismi unutmam hiç mümkün değil. Levent abi çok kalmadı nakil gitti ama o kısacık zamanda ben onun abiliğini çok sıcak hissettim. Bilal Abi’nin vefatını duyunca da gerçek abimi kaybetmişim gibi yüreğime işledi. Gözlerimin dolmasına engel olamadım bir müddet, nurlar içinde yatsın.

İşyerinde birçok şeyi, sosyal yaşamda yolu, yordamı, Samsun gibi ağır abili şehrin meclislerde raconu hep onlardan öğrendik. Çocuk hinliklerimize de çok katlandılar sağ olsunlar. Ama dediğim gibi bunlar lütuf olarak sunulmuş şeyler değil, her biri bize bir sonrakine aktarılmak üzere bırakılmış emanetlerdi. Hayat, bizlere bu borcun bir kısmını bizden sonrakilerine ödeyebilme şansı verdi çok şükür de, bir nebze ferahlayabildik.

Bana kendi yabancı gelmeyen Mesleklilerin aileleri de yabancı gelmez bu yüzden, anaları babaları anamız babamız, eşleri ablamız, kardeşimiz, çocukları yeğenlerimizdir. Bu yüzdendir benim bir Mesleklinin evine girdiğimde misafir olmayışım. Bu yüzdendir bir Mesleklinin soframızda olmasından haz duymam. Ben o yakası rozetlilere o günlerden kalma minnet duyar, borçlu hissederim.

Bir yandan birçoğumuzda beklentilerin, yaşam koşularının, büyükşehir esirliğinin, en çok da siyaseten ayrışmaların o yetiştiğimiz ruhu yıprattığını görüyorum. İçim acıyor, üzülüyorum. Ama biliyorum ki, gösteremeseler de dillendiremeseler de içlerinde en huzurlu olduğu anlardan biri de zaman zaman hatırlarına düşen o Mesleklilik taraflarıdır.

Kendi adıma, her şeye rağmen bir kez daha minnet ve hürmetlerimi sunup, iyi ki var bu yakası rozetliler diyorum. İster kendi devrelerim ister üst-alt devrelerim. Hepsi benden, hepsi bizden.

Nisan 2021 – Ankara

Dem dem dem si si si…

Tabi böyle okuyunca sizler kaleden çıkıp düşmanının üzerine atılmak için içi heyecan dolu askerleri falan gördünüz bir an gözünüzün önünde. Yok ya!.. Bizim çocuklar onlar. Kolej’le maça gidiyorlar. Hentbol maçına…

Kapıları pirinç tutamaklı ve bizlere o dönem açması kapaması zorluk çıkaran okulun giriş kapısı hep bir kale azameti taşırdı. Bizler küçücüktük, kapı da bir o kadar ağır. Kapıda öyle selam veren nöbetçiler de yok tabi. Kim var? Ya şişman Muhittin Abi ya da pek sevilmeyen öğrenci düşmanı Akif. Muhittin Abi, çok idareyle ters düşmese de onunla anlaşmak mümkün oluyordu, severdi bizi. Bilirdi çocuk olduğumuzu, bilirdi öğrencinin dertlerini. Akif, öyle mi? Öğrenci tabiriyle “ispiyoncu, idarenin adamı”. Özetle sevimsizdi, belki değildi ama o kafalarda başka bir şey uyandırmıyordu bizde. Akif Abi’yi en çok okuldan kaçacağımız zaman çok severdik. Güzel adamdı o…

O muhteşem kalabalığın önünde giden yetkililerse “Üçler” tabi, üçüncü sınıf abiler. Bu okulun her zaman dikkat edilmesi gereken bir kuralıdır. Ne olacaksa olsun saflar yerini bilir: Üçler, ikiler ve birler… Buna zaman zaman korku, zaman zaman gereklilik olarak bakmanın ötesinde, ne olduğunu bilmeden kabullenilmiş bir disiplin vardır. Bu disiplin, zaman içinde saygıya dönüşür ve ise başlasanız hatta emekli olsanız dahi sizi şekillendiren bir davranış olur. Üst dönem görür kendinizi bir toparlar, bütün saygınızla hürmet eder; alt dönem görürsünüz gözünüzde bir hinlik, dilinizde bir sevecenlik olur istemsiz.

Önde “üçler”, yanlarda amigolar, Eskişehir’in en önemli caddelerinden birini zaman zaman işgal ederek “Kapalı”ya doğru yola çıkardık. Gar Kavşağı’ndan başlayıp Sakarbaşı Kavşağı’na kadar uzayan Atatürk Caddesi çok şahit olmuştur bu manzaraya. 70’li yıllardan bu yana bu cadde, bu sokaklar “Mesleklilerin” kalabalıklarını çok taşımıştır. Öncesini sonrasını pek bilmesem de bizim dönemlerimizde en çok da Sağlık Meslek Lisesi için aşındırılmıştır o yollar.

Dediğim gibi bir ordu edası vardır üzerimizde. Sokakların ışığını sarı sarı parlayan düğmelerin şavkı verir sanırdık. Vakur ve güçlü bir duruş. Başlar dik, omuzlar kabarık, yanlarda ritmik bir şekilde sallanan kollar, bu kollara eşlik eden sıkılmış yumruklar. Hele ki bir de hava kışsa ve paltoluysak, of ki off… Sanırsınız “Ondörtlüler” yürüyor o sokakları, öyle bir ihtişam…

Dilimizde o cadde sakinlerinin kimini heyecanla, kimini öfkeyle camlara taşıyan “Demiryolu Marşı”. Sevenleri görürdük, alkışlar çınlardı pencerelerden. Sağ taraf lojmanlar onları normal kabul ederdik, onlar bizden zaten. Sol taraftaki apartmanlardan yükselen sesler moralimizi artırır, daha bir gür sesle söylerdik marşı, ayaklar daha sert vurulurdu kaldırıma. Birkaç da yaşıtımız kız varsa sokaklarda sesler daha bir yanıklaşır, marş yerini adeta serenata bırakırdı. Kimimiz Müslüm, kimimiz Ferdi olurdu o an.

Herkes sanırdı ki bütün izleyenler kendisine bakıyor. O yüzden ayrı bir dikkat gösterirdik her hareketimize. Kendi kişisel durumumuzdan önce korumamız gereken okulumuzun onuru vardı. Küçük muzipliklerin ötesine izin vermeyen bu disiplin, çocuk çılgınlıklarımızı da dizginlerdi.

Amigonun gür bir sesle başlattığı marş, kalabalığın tekrarıyla bir coşkuya dönüşürdü: “Tekerleğe kanat taktık, Dağları deldik yardık, Kendi öz gücümüzle yurdu rayla donattık…” Zaman zaman marşımızı Onuncu Yıl Marşı, Eskişehir Marşı da takip ederdi çok gaza gelirsek. “Eskişehir, Eskişehir yalçınkaya sarp yeri…” Bazılarımız “sarpyeri”ni “zaferi” olarak söylese de önemli olan kelimeler değil onun size yüklediği güçtü.

Araya serpiştirilen “Dem Dem Dem, Si Si Si, Demiryolu Meslek Lisesi” sloganı var ya, işte o bambaşka bir şeydi. Nasıl haykırıyorsak bunu, dönüşte herkesin sesi kısık olurdu. Sokakları inleten bu slogan, “Kapalı”yı da çınlatırdı defalarca.

Ancak, sokaklarda yükselen bu ses her zaman duyulmadığından hemen bilinirdi: Meslekliler maça gidiyor… Sanki o günleri yaşar gibi oldum yeniden. Fena gaza geldim. Heeeeeyyt!…. Bekle bizi “Kapalı”, bekle bizi “Kolej”. Meslekliler geliyor evet…

“Dem Dem Dem, Si Si Si, Demiryolu Meslek Lisesi”

Nisan 2021 – Ankara


Kaynak:

  1. Kardelen (Sayı: 108-109)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir