Bir düşün heyecanı…

Bir düşün heyecanı…

Birol Kutkan, 13 Kasım 2016 – Ankara

Yemek sonrası Genel Müdürlük bahçesinde çay içiyoruz. Bir ara konu dergiye geliyor. Başkan Alpaslan Kardelene destek verilmeyişinden dertleniyor.

Bir şey diyemiyorum elbette kendi adıma. Masadakiler gibi ben de dergimize sadece okur olarak destek(!) veriyorum. Bu anlamda sıkı destekçiyim ama. En azından buradan yırtıyorum.

Dergi elimize ulaşınca herkes gibi ilk önce devrelerden haberler bölümüne bakıyorum ben de. Kim evlenmiş, kim görev değişikliği yaşamış, cenazesi, sünneti olanlar…

Birçok sayfası mesleğim gereği bana uzak kalsa da sayfaları fazladan atlamıyorum. Neticede çok yabancısı da değiliz hani. Birinci sınıfta işlediğimiz o genel konulardan birazı hafızamı halen daha terk etmiş değil. Ama otuz iki yıllık bu bilgilerin yazının daha ilk paragrafını okuyunca ne kadar eskimiş olduğunu da anlıyorum.

Yazıya emek verenlere teşekkür edip, o bölümleri konunun hakkını vereceklere bırakıp devam ediyorum.

Bir şey o kadar göze çarpıyor ki, dergiye yazılarıyla katkı koyma yükü, hep aynı insanların (sağ olsunlar) omuzlarında kalmış. Böyle düşününce de Başkanı haksız göremediğim gibi, bir mahcubiyet de duymadım değil.

Benim de bir katkım olur mu, olsa nerelerde olur ki diye biraz düşündüm de. “Mesela dergimizde ne olsa isterdim, neyin kendimce eksikliğini duyumsuyorum, farklı bir şeyler olur mu, olursa ne olur, şöyle değişik bir şeyler olsa, tabi bir de bize dair olsa” falan derken, takılıverdi ağlarıma böylesi bir fikir.

Tanıyanlar bilir benim okuma dünyamın büyük bir kısmını ciddi eserler kaplamışsa da okuduklarımı sergilemekte pek bu ciddiyeti gösteremedim ben. Haaa! Ciddiyetsizlik derken, kastettiğim disiplinsizlik değil. Hani yaşamın bize çoğu zaman sıkıntıları, acılarıyla dayattığı asık suratlı bir duruşumuz vardır ya. O işte…

Yaşamın her zaman mutlaka tebessümlü bir tarafı olduğuna inanarak, var olan koridorlarından sıvışarak kaçmaya çalıştım sıkıntılarından. Her seferinde bulabildin mi derseniz, elbette ki hayır. O zaman da, “Tü!” deyip keserin sapına kalktım kendim kazdım o tünelleri.

O yüzden oturup ciddi şeyler karalamam zor olurdu. Ben de yaşamın içinden bizi gülümsetecek şeyleri ayıklayıp çıkarmak istedim.

Bir de, her şeyden kopup bir çay içimi karıştırdığımız sayfalarla da, o ana kadar boğuştuğumuz dalgalardan, yorulduğumuz fırtınalardan kaçarak sığındığımız küçük bir limanımız olsun istedim naçizane…

Hani olur ya, bir kafenin arada bir başımızı kaldırınca buğulu camlarına dalıp gittiğimiz sakin bir köşesinde, binlerinin gelmemesini hayal eder yalnızlıkta, kitap okusak.

Bazen de en son kaç sene evvel gördüğümüzü hatırlayamadığımız ama sanki az evvel ayrılmışız da, bir şeyini unuttuğu için geri dönmüş gibi gelen bir dostla hasretle gevezelik etsek.

Bazen bir gramofonun hışırtısıyla dinlesek çalan müziği, bazen bir Hint tütsüsü gibi koksa burnumuzda.

Bir film düşlesek bazen ne çok şey bulduğumuz içinde kendimize dair, bize dair.

Bir fotoğraf bulsak bir yerlerden mesela. Arkasında el yazılarıyla notlarımız olmuş olsa. Ya da isimleri yerine lakaplarını yazılı bulsak arkasında. Yaşlandığımızı yüzümüze çarpsa da hınzırca, görmemiş gibi yapıp tebessümle baksak biz o muhteşem anılara…

Derin bir nefesle karışık selam salsak yakınlara, uzaklara da kulaklarını çınlatsak. Aramızdan ayrılanlara da bir dua mırıldansak, özlemlerimizi uçursak…

İşte! Böyle böyle düşünürken bir yer, bir köşe bulma derdi bu satırların kaderini de belirleyiverdi. Öyle ya, nerede olacaktı bütün bunlar?

Ortak düşleri paylaştığımız, ortak heyecanlarımızın olduğu devrelerimizin, abilerimizin, kardeşlerimizin hep bir arada olabileceği bir yer olmalıydı burası. Öyle, ayaküstü… Hani özellikle gitmeye çabalamadan karşımıza çıkıveren bir yer, hangi yoldan gidersek gittiğimiz.

Genişçe bir alanı da olmalı, herkesi alabilecek. Bir kürsüsü olmalı mesela, söyleyecek bir şeyleri olanların çıkıp söyleyebildiği. Kimse çıkmadığında da zorla dürterek, ite kaka çıkarmalıyız birilerini. Tamam! Biraz kızacak, hayıflanacaktır. Ama oraya çıkınca da, hiç demese bir kaç paragraf konuşurdu yine. Sözü olmayan Dem-Dem’li sanmıyorum ki olsun.

Anlatsak burada, o içimizi kıpır kıpır yapan anılarımızı, üflesek üstündeki tozları da ışıldayıverse yine aynı tazeliğiyle.

Biraz “acaba öyle miydi yav?”lar dolaşsa da kafamızda, “yok öyle bişey kardeşim”ler uçuşsa da havada. Yine de, göz atmadan geçemesek.

Bazı sürtüşsek binlerine, bazı sitem etsek. Mutlulukları yakaladığımız gibi kırsa da bazıları, çocukluğumuza, gençliğimize versek, elimizi sallasak “amaan sende”lerle… Her şey bizce olsa burada.

Hepimizde bir dolu duygu var, anı var bilirim.

Ama, Oktay Akbal’ın dediği gibi, anılar bir zaman sonra hikâyeye dönüşüyor. Yerler ve zaman farklılaşıyor, kişiler yer değiştiriyor, paylaşılanlar “Yok Canım!” oluyor… Hatta çok doğru bildiğimiz bir anıyı başkasından dinleyip, kendi bildiklerimizle hiç örtüşmediğini görünce hem şaşırıyor, hem de belleğimizin bize oynadığı oyunlara hayıflanıyoruz.

Bu yüzden insanların belki de, günlük tutma sevdası, anıları yazma telaşı… Kaybolup gitmesine ya da olduğundan başka bir hale dönüşmesine izin vermemek gayreti…

Bizim anılarımızın da çoğu, o anı hatırlayanların belleklerinde ya silik, puslu ya da bambaşka haldeler. Böylece onları da bir tazelemiş, tamir etmiş oluruz. Şöyle bir cilalar yeni gibi yaparız elbirliğiyle.

Bütün bunlar için en güzel yer Kardelenin sayfaları. Hem herkese ulaşacak. Hem de aynı anda ulaşacak. Düşümdeki gibi, sanki hepimiz aynı kafedeymişiz gibi. Aynı anda gelmiş gibi verdiğimiz çay, kahve siparişleri. Hepimiz konuşuyor, hepimiz dinliyor gibi. Hani o düşümüzdeki aramadan bulduğumuz karşımıza “pat” diye çıkıvermiş yer gibi. Ayaküstü bir yer. Aklımızda yokken bile, dilimizi hafifçe çıkarıp şöyle sola doğru yatırırken, ağzımızı yayıp, sol gözümüzü de hafif kısıp “ben de zaten gelecektim” der gibi.

Mutfak gibi de, müşteri kabul salonu gibi de. Biraz atölye gibi ama sanki sergi salonu gibi de. Burada pişirip, burada sunup, servis ettiğimiz. Burada mengeneye takıp sağını solunu düzelttiğimiz, tozunu alıp, parlattığımız. Varsa kırık dökük yerlerini onardığımız. Usta Nasrettin gibi kırpıp kırpıp yıldız yaptığımız..

Derken, bir cesaretimi toplayıp Başkan’a çıtlattım, bu mekân projesini. Sağ olsun uygun gördü O da. Açıverdik gitti böylece yerimizi. Adını da herkes bilsin, bellesin diye çok bize dair DEMHANE koyduk…

Bundan sonra, bütün DEM-DEM’lileri bekliyoruz artık. Gelirken eliniz boş gelmeyin. Yanınızda ömür sepetinizden bir şeyler de getirin. Bir şarkı yanı yapıştırılmış kartpostal, çalarken sarmış bir kaset, kitap arası kurutulmuş gül, o gün için ne önemliydi o kestiğiniz gazete kupürü, şiir, fotoğraf, karalanmış iki satır yazı… Gönlünüzden ne geçerse artık. Var ya! Azıcık el atsak hep birlikte antikacı dükkanı gibi tıka basa yaparız biz burayı.

Düşleyicisi olarak hanemizin kapısını ilk ben açayım istedim. Umarım bundan sonrasında içerisini hep birlikte düzenleriz.

Bu sayının DEMHANE sohbetlerinde:

Edebiyat dünyasında ‘ilk Modern Çocuk Kitapları Yazarı’ olarak yeri olan Edith Nesbit’in Demiryolu Çocukları‘ından,

Bir de okulumuzun en özel yerlerinden en özel zamanlarından biri kabul edilen ve içinde onlarca yıl mühürlenmiş gizler saklayan 10 No.lu’dan DEM vurduk.

Bir sonraki sayıda yine bize dair konuları DEMleyerek paylaşmak dileğiyle…

En çok da biz biliriz, güzelliklerin paylaşıldıkça büyüdüğünü, çoğaldığını.

Bir selam çakarak yad edelim Halikarnas’a doğru Cevat Şakir ustayı. Sonra da şişirelim yelkenleri, bakalım nereye kadar gidebileceğiz…
Haydi!..

“Aganta burina burinata…”

Kardelen (Sayı 93-95, Ocak-Eylül 2017)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir