
Kardelen (Sayı: 93-94-95)
Bir düşün heyecanı…
Yemek sonrası Genel Müdürlük bahçesinde çay içiyoruz. Bir ara konu dergiye geliyor. Başkan Alpaslan ‘Kardelen’e destek verilmeyişinden dertleniyor.
Bir şey diyemiyorum elbette kendi adıma. Masadakiler gibi ben de dergimize sadece okur olarak destek(!) veriyorum. Bu anlamda sıkı destekçiyim ama. En azından buradan yırtıyorum.
Dergi elimize ulaşınca herkes gibi ilk önce devrelerden haberler bölümüne bakıyorum ben de. Kim evlenmiş, kim görev değişikliği yaşamış, cenazesi, sünneti olanlar…
Birçok sayfası mesleğim gereği bana uzak kalsa da sayfaları fazladan atlamıyorum. Neticede çok yabancısı da değiliz hani. Birinci sınıfta işlediğimiz o genel konulardan birazı hafızamı halen daha terk etmiş değil. Ama otuz iki yıllık bu bilgilerin yazının daha ilk paragrafını okuyunca ne kadar eskimiş olduğunu da anlıyorum.
Yazıya emek verenlere teşekkür edip, o bölümleri konunun hakkını vereceklere bırakıp devam ediyorum.
Bir şey o kadar göze çarpıyor ki, dergiye yazılarıyla katkı koyma yükü, hep aynı insanların (sağ olsunlar) omuzlarında kalmış. Böyle düşününce de Başkanı haksız göremediğim gibi, bir mahcubiyet de duymadım değil.
Benim de bir katkım olur mu, olsa nerelerde olur ki diye biraz düşündüm de. “Mesela dergimizde ne olsa isterdim, neyin kendimce eksikliğini duyumsuyorum, farklı bir şeyler olur mu, olursa ne olur, şöyle değişik bir şeyler olsa, tabi bir de bize dair olsa” falan derken, takılıverdi ağlarıma böylesi bir fikir.
Tanıyanlar bilir benim okuma dünyamın büyük bir kısmını ciddi eserler kaplamışsa da okuduklarımı sergilemekte pek bu ciddiyeti gösteremedim ben. Haaa! Ciddiyetsizlik derken, kastettiğim disiplinsizlik değil. Hani yaşamın bize çoğu zaman sıkıntıları, acılarıyla dayattığı asık suratlı bir duruşumuz vardır ya. O işte…
Yaşamın her zaman mutlaka tebessümlü bir tarafı olduğuna inanarak, var olan koridorlarından sıvışarak kaçmaya çalıştım sıkıntılarından. Her seferinde bulabildin mi derseniz, elbette ki hayır. O zaman da, “Tü!” deyip keserin sapına kalktım kendim kazdım o tünelleri.
O yüzden oturup ciddi şeyler karalamam zor olurdu. Ben de yaşamın içinden bizi gülümsetecek şeyleri ayıklayıp çıkarmak istedim.
Bir de, her şeyden kopup bir çay içimi karıştırdığımız sayfalarla da, o ana kadar boğuştuğumuz dalgalardan, yorulduğumuz fırtınalardan kaçarak sığındığımız küçük bir limanımız olsun istedim naçizane…
Hani olur ya, bir kafenin arada bir başımızı kaldırınca buğulu camlarına dalıp gittiğimiz sakin bir köşesinde, binlerinin gelmemesini hayal eder yalnızlıkta, kitap okusak.
Bazen de en son kaç sene evvel gördüğümüzü hatırlayamadığımız ama sanki az evvel ayrılmışız da, bir şeyini unuttuğu için geri dönmüş gibi gelen bir dostla hasretle gevezelik etsek.
Bazen bir gramofonun hışırtısıyla dinlesek çalan müziği, bazen bir Hint tütsüsü gibi koksa burnumuzda.
Bir film düşlesek bazen ne çok şey bulduğumuz içinde kendimize dair, bize dair.
Bir fotoğraf bulsak bir yerlerden mesela. Arkasında el yazılarıyla notlarımız olmuş olsa. Ya da isimleri yerine lakaplarını yazılı bulsak arkasında. Yaşlandığımızı yüzümüze çarpsa da hınzırca, görmemiş gibi yapıp tebessümle baksak biz o muhteşem anılara…
Derin bir nefesle karışık selam salsak yakınlara, uzaklara da kulaklarını çınlatsak. Aramızdan ayrılanlara da bir dua mırıldansak, özlemlerimizi uçursak…
İşte! Böyle böyle düşünürken bir yer, bir köşe bulma derdi bu satırların kaderini de belirleyiverdi. Öyle ya, nerede olacaktı bütün bunlar?
Ortak düşleri paylaştığımız, ortak heyecanlarımızın olduğu devrelerimizin, abilerimizin, kardeşlerimizin hep bir arada olabileceği bir yer olmalıydı burası. Öyle, ayaküstü… Hani özellikle gitmeye çabalamadan karşımıza çıkıveren bir yer, hangi yoldan gidersek gittiğimiz.
Genişçe bir alanı da olmalı, herkesi alabilecek. Bir kürsüsü olmalı mesela, söyleyecek bir şeyleri olanların çıkıp söyleyebildiği. Kimse çıkmadığında da zorla dürterek, ite kaka çıkarmalıyız birilerini. Tamam! Biraz kızacak, hayıflanacaktır. Ama oraya çıkınca da, hiç demese bir kaç paragraf konuşurdu yine. Sözü olmayan Dem-Dem’li sanmıyorum ki olsun.
Anlatsak burada, o içimizi kıpır kıpır yapan anılarımızı, üflesek üstündeki tozları da ışıldayıverse yine aynı tazeliğiyle.
Biraz “acaba öyle miydi yav?”lar dolaşsa da kafamızda, “yok öyle bişey kardeşim”ler uçuşsa da havada. Yine de, göz atmadan geçemesek.
Bazı sürtüşsek binlerine, bazı sitem etsek. Mutlulukları yakaladığımız gibi kırsa da bazıları, çocukluğumuza, gençliğimize versek, elimizi sallasak “amaan sende”lerle… Her şey bizce olsa burada.
Hepimizde bir dolu duygu var, anı var bilirim.
Ama, Oktay Akbal’ın dediği gibi, anılar bir zaman sonra hikâyeye dönüşüyor. Yerler ve zaman farklılaşıyor, kişiler yer değiştiriyor, paylaşılanlar “Yok Canım!” oluyor… Hatta çok doğru bildiğimiz bir anıyı başkasından dinleyip, kendi bildiklerimizle hiç örtüşmediğini görünce hem şaşırıyor, hem de belleğimizin bize oynadığı oyunlara hayıflanıyoruz.
Bu yüzden insanların belki de, günlük tutma sevdası, anıları yazma telaşı… Kaybolup gitmesine ya da olduğundan başka bir hale dönüşmesine izin vermemek gayreti…
Bizim anılarımızın da çoğu, o anı hatırlayanların belleklerinde ya silik, puslu ya da bambaşka haldeler. Böylece onları da bir tazelemiş, tamir etmiş oluruz. Şöyle bir cilalar yeni gibi yaparız elbirliğiyle.
Bütün bunlar için en güzel yer Kardelenin sayfaları. Hem herkese ulaşacak. Hem de aynı anda ulaşacak. Düşümdeki gibi, sanki hepimiz aynı kafedeymişiz gibi. Aynı anda gelmiş gibi verdiğimiz çay, kahve siparişleri. Hepimiz konuşuyor, hepimiz dinliyor gibi. Hani o düşümüzdeki aramadan bulduğumuz karşımıza “pat” diye çıkıvermiş yer gibi. Ayaküstü bir yer. Aklımızda yokken bile, dilimizi hafifçe çıkarıp şöyle sola doğru yatırırken, ağzımızı yayıp, sol gözümüzü de hafif kısıp “ben de zaten gelecektim” der gibi.
Mutfak gibi de, müşteri kabul salonu gibi de. Biraz atölye gibi ama sanki sergi salonu gibi de. Burada pişirip, burada sunup, servis ettiğimiz. Burada mengeneye takıp sağını solunu düzelttiğimiz, tozunu alıp, parlattığımız. Varsa kırık dökük yerlerini onardığımız. Usta Nasrettin gibi kırpıp kırpıp yıldız yaptığımız..

Derken, bir cesaretimi toplayıp Başkan’a çıtlattım, bu mekân projesini. Sağ olsun uygun gördü O da. Açıverdik gitti böylece yerimizi. Adını da herkes bilsin, bellesin diye çok bize dair DEMHANE koyduk…
Bundan sonra, bütün DEM-DEM’lileri bekliyoruz artık. Gelirken eliniz boş gelmeyin. Yanınızda ömür sepetinizden bir şeyler de getirin. Bir şarkı yanı yapıştırılmış kartpostal, çalarken sarmış bir kaset, kitap arası kurutulmuş gül, o gün için ne önemliydi o kestiğiniz gazete kupürü, şiir, fotoğraf, karalanmış iki satır yazı… Gönlünüzden ne geçerse artık. Var ya! Azıcık el atsak hep birlikte antikacı dükkanı gibi tıka basa yaparız biz burayı.
Düşleyicisi olarak hanemizin kapısını ilk ben açayım istedim. Umarım bundan sonrasında içerisini hep birlikte düzenleriz.
Bu sayının DEMHANE sohbetlerinde:
Edebiyat dünyasında ‘ilk Modern Çocuk Kitapları Yazarı’ olarak yeri olan Edith Nesbit’in Demiryolu Çocukları‘ından,
Bir de okulumuzun en özel yerlerinden en özel zamanlarından biri kabul edilen ve içinde onlarca yıl mühürlenmiş gizler saklayan 10 No.lu’dan DEM vurduk.
Bir sonraki sayıda yine bize dair konuları DEMleyerek paylaşmak dileğiyle…
DEMHANE altındaki paylaşımlarımıza ilişkin görüş, öneri ve eleştirilerinizi de dostane paylaşalım isteriz. Bunun için de lütfen demdem-hane@hotmail.com adresine yazın.
En çok da biz biliriz, güzelliklerin paylaşıldıkça büyüdüğünü, çoğaldığını.
Bir selam çakarak yad edelim Halikarnas’a doğru Cevat Şakir ustayı. Sonra da şişirelim yelkenleri, bakalım nereye kadar gidebileceğiz…
Haydi!..
“Aganta burina burinata…”
13 Kasım 2016 – Ankara
İlk modern çocuk kitapları yazarından: Demiryolu Çocukları…
Roberta, Peter ve Phyllis isimli üç kardeşin öyküsüdür bu. Londra’da Kırmızı Evde sürdürdükleri varlıklı yaşamları, babalarının yanlışlıkla vatan hainliği ile suçlanıp onlardan ayrı konulmasından sonra küçük bir kasabada devam eder. Her şey de bu kasabada başlar zaten.
Onlar ne demiryolcu çocuklarıdır, ne de demiryollarını bilirler. Trenle olan bağları yalnızca babalarının onları gezmelere götürmesinde olmuştur. Yeni yerlerindeki çocuk yaşamlarının ise neredeyse tek eğlenceleri olur o trenler.
Çitin üzerinden korkarak izledikleri o 9.15 treni “Yeşil Ejderha” günleri, Peter’in istasyondan kömür çalarken yakalanması (gerçi o buna maden araştırması demektedir) üzerine biter.
İstasyon görevlisinin babacan bir tavırla o küçük hırsızlığı affetmesiyle, uzaktan izledikleri dünyanın kapısı aralanıverir birden. Sonrasını ise sayfaları çevirdikçe birlikte yaşayın isterim.
Çocukların bu keyifli maceralarını hafta sonuna denk getirip bir seferde okuyun bence. Bütün yaşananlara kesintisiz şahitlik etmek çok daha büyük mutluluk.
Her şey o kadar canlı ki. Çocuklarla her seferinde o gara gidip, görevlilere selam vermek ve bütünü görebilecek bir yerden izlemek olanları. Sanki okumuyor da seyrediyor gibi oluyor insan. Tanıdık yüzleri, tanıdık işleri, tanıdık mekânları…
Buharlılar… O “çuf çuf” kara lokomotifler. En çok da onları tebessümle okumuştum. Onlar, kitapta dolaştıkça beni de taze demiryolcu günlerime taşıdılar.
Samsun Limanı. Yıl 1987…
Vagonlarla limana gelen demir madenlerini gemilerle Zonguldak Ereğlisi’ne gönderirdik. Ağır ağır gıcırdaya gıcırdaya limana gelen bu vagonları bir o ‘Kara Kurt’ sürükler getirirdi. Oflaya puflaya gelse de kendinden emindi ve çekip getirdiği vagonların çocuk oyuncağı olduğunu söyleyen bir diriliği vardı. Yılların yorgunluğunu o azametiyle gizlemesini bilirdi.
Karakurt… İlk Türk buharlı lokomotifi. Bu ismi çok sonraları duydum ama bu isimle hitap etmeyi sevdim bizim emektar manevra makinemize.
Bize dair birçok şey gibi Karakurt’u da konuşalım yad edelim bir gün DEMHANE’de. Ahde vefa bize çok da yakışıyor.
Arada bir Gar-Liman arası yaptığı manevralara dâhil olduğumda, cehennem ateşi ocağına kömür atıp, dönene kadar kapkara oluşuma tebessüm eden makinist abimiz, çocukça bir arzuyla düdüğünü öttürmeme de hayır demezdi, sağ olsun. İyi ki de girmişlerdi yaşamıma. Birkaç yıl da olsa unutulmayacak hazlar kattı. Sanırım son şahitleri olduk bizler de bu islimli makinelerin.
Anılarda kaybolmadan gelelim bu şeker gibi kitabı 1906’da dünya çocuklarına hediye eden Edith Nesbit’e.
‘İlk Modern Çocuk Kitapları Yazarı’ unvanına sahip Nesbit, 1858-1924 yılları arasında yaşamış İngiliz bir yazardır. Altmıştan fazla çocuk kitabı yazmışsa da Türk okurlar O’nu daha çok Demiryolu Çocukları, Beş Küçük Afacan ve Hazine Avcıları ile tanımıştır.
Birçok yayınevince Türk okuruna sunulmuş olan kitabın, İş Bankası Kültür Yayınları’nın Fügen Yavuz’un çevirisiyle çıkmış olan baskısını okumuştum.
Ben çok sonraları tanıdım, bu adı çocuk kendi kocaman kitabı. Demiryolcu çocuğu olmadığımdan, benim tren ile olan yakınlığım Peter’den farklı olmadı.
Onların maceralarını gerçekte yaşayamamış olsam da, keyifle paylaştım, o çocuk yüreklerini, masumiyetlerini, heyecanlarını ve fondaki demiryollarını.
Eminim çocuk uykuları her seferinde tren düdüğü ile bölünen, oyun yeri gar havzası, oyun arkadaşları da demiryolcular olan birçok kişi, sayfalar arasında daha fazlasını bulacaktır.
İngiliz yönetmen Lionel Jeffries de kitabı okuyunca keyifli düşler kurmuş olmalı ki, bu maceranın sadece sayfalarda kalmasına gönlü razı olmamış, oturmuş senaryolaştırmış, sinemaya uyarlamış bütün bunları.
Sonra da geçmiş kamerasının başına düşlediklerini yine kendi çekmiş The Railway Children’ı… 109 dakika süren bu film, 1970 yılında gösterime girmiş. Filmi de en az kitabı kadar keyifli.
Haaa!.. Bu arada kitabın (dolayısıyla da filmin) sonu mutlu bitiyor, merak etmeyin.
İyilik, güven, dayanışma, çaba, inat, ille de çocuksuluk kitabın ve filmin her yerinde dolaşıyor…
İzlenecekler listemizde mutlaka bulunması gerektiğini düşünmekle birlikte, katı bir okuyucu olarak, sinemaya aktarılmış kitapların önce yazılı olanıyla tanışmanın gerektiğini düşünürüm.
Neticede, yönetmenler de hepimiz gibi okuduklarını düşleyerek ortaya çıkarıyorlar bu filmleri. Herkesin düşlediği oranda yaşadığı şu yeryüzünde, bizimde düşlerimizin olması dileğiyle….
13 Kasım 2016 – Ankara
Sırlar Odası: “10 no.lu”…
“Hişşşşşttt!..”
Bir hayalet gibi süzülüp giriverdi içeri Osman. Yüzünde hınzır bir gülüş, tatlı bir telaş vardı. Kısık bir sesle:
“Oğlum, hoca yatmamış ya! Banyoda faça façaya geldik. Daha üzerini bile değişmemiş adam.” dedi.
Biri kıracakmış gibi bastı teybin “OFF” tuşuna. Bir anda içerideki bütün sesler bitiverdi. Biz yoktuk, hatta hiç kimseler yoktu ki burada. Yıllar önce terkedilmiş metruk bir binaydı burası. Burada yaşayan son canlı da çoktan toprak olmuştu, hatta bir yeşillik olup geri bile gelmişti.
Kimdi hatırlamıyorum, biri fırladı girişteki ranzalara. Kapının üzerindeki camdan, bir kontrol kulesi nöbetçisi edasıyla gözetlemeye başladı battaniyenin köşesinden. Nasıl atlanmıştı ki, hocanın yatmadığı.
Her türlü tedbir alınırdı oysa. Hocanın yattığı haberi nerden gelmişti ki o zaman. Ne kadar rahat davranıyorduk oysa, istihbaratta (!) bir sıkıntı vardı demek.
İçeri girer girmez ilk iş hemen gizliliği sağlamak oturdu. Bir karınca telaşıyla, arı titizliğiyle bir koşturmaca başlar, dışarıya orada olduğumuzu haber verecek bütün ispiyon noktaları tek tek battaniyelerle kapatılır, bütün izler silinirdi. Herkes ayaktayken sorun olmuyor da, el ayak çekilince her ses, her ışık büyüyüveriyor haliyle.
Tapınak Şövalyeleri gibi gizemli, Haşhaşiler kadar sessiz davranılırdı burası için. Kim bilir kaç yıldır gizleniyordu idareden.
Yarım saat geçti sanırım. Ortalık sakinleşti. Terlik şıpırtıları da kesildi. Gözetlemecinin güven veren ses tonuyla bütün faaliyet yeniden başladı.
Gizemli bir yer dediysem, hani karanlık işlerin döndüğü yerler değil burası. Öyle çocukça, öyle masumane bir dünyası var ki buranın. Pal Sokağı’nın çocukları nasıl koruyorlarsa kendi arsalarını bizde o yüreklilikle verirdik kendimizi burası için. Üstelik burası bize büyüklerimizden miras kaldığı gibi, alt devrelere bırakılacak emanetti de. Kutsallığı buradan geliyordu belki de…
Hafta içi bütün sıradanlığıyla onlarca kişiyi ağırlayıp, Cuma sabahı son kişinin çıkışıyla da koca bir sessizliğe bürünen, öksüzleşen bir yer burası. Ta ki, bizler gelene kadar. Bizim için özgürlük kampıydı ve gerçek sahipleri de bizdik elbette buranın.
Burası bizim ‘Sırlar Odamız’. Adı kayıtlara 10 No.lu Yatakhane diye geçmişse de buranın sakinleri için hep “10 No.lu” olarak kalmıştır.
Yaşadığımız fırtınalardan kaçarak sığındığımız kocaman bir limandı bize burası. Hiçbir saldırının zarar veremeyeceği kadar güçlü, etrafı hendek ve sularla çevrilmiş kalemizdi de…
Bütün bir hafta içi bu anları beklerdik hepimiz. Gizli saklı dinlemeye çalıştığımız kasetçalar özgürce çıkarılır, herkes elindeki kasetleri dökerdi ortaya. ‘Al Götür – Oku Getir’ kitapçılardan alınmış Tommiks, Teksas’lar. Kahvaltılardan arttırılmış ekmekler, reçeller. Kim bilir kaç defa okunmuş mektuplar. Biriktirilmiş özlemler, acılar, hayaller…
Kısık sesli kahkahalarımız doldururdu kocaman yatakhaneyi, Devekuşu Kabare’nin kasetleriyle. Zeki ile Metinle… Öyle dikkatli dinlenirdi ki, bazen kaçan espriler için kaset tekrar tekrar geri sarılırdı. Bazılarını kaç kere dinledik kim bilir. Ama her seferinde ilk kez dinliyormuş gibi aynı şiddetle gülerdik yine.
Sonra hepimizi alıp bir yerlere götüren şarkıları çalardı o teyp. Kimler yoktu ki… Ferdi Tayfur’dan “Ya Benimsin Ya Toprağın“, Müslüm Gürses’ten “Küskünüm”… Ya Acıların Kadını Bergen, Hüseyin Altın, İsmail Hazar… Kadehi şişeyi Cengiz Kurtoğlu’yla kırar, Ümit Besen’le nikâh masasına otururduk.
Hepimize has sanatçılar vardı bir de. Ben Ferdiciydim mesela. Kimi Müslümcü, kimi Orhancı… Webster İsmail Hazarcıydı mesela. Tavernacılar vardı bir de. Ümit Besen, buğulu sesiyle Nejat Alp, Cengiz Kurtoğlu… Hangimizin daha romantik, daha sevdalı olduğuna dair kozlarımızı bu kaset savaşlarında paylaşırdık. Bir de sanatçısızlar vardı. Onlar ‘dolumcuydu’. Her sanatçıdan birer ikişer seçer doldurturlardı Esnaf Sarayı’nda.
İçinde sevgiliye duyulan hasretten, öfkeye, uykusuz gecelerin sebebinden, kendini yollara dağlara vurmuşluğa neler yoktu ki. Ama hepimizin ortak sesleriydi onlar. Zülfü de Erkin Baba’da. Sonraları çıkan Ahmet Kaya’da… ilk dinlediğimizde “hepimizin annelerinin saçlarına yıldızlar düşmüştü” o gece. Hepsi ayrı bir tattı kulaklarımıza, hepsi ayrı bir dokunuş yüreğimize.
Bir efkar kaplardı bir anda havayı. Karanlık daha bir koyulaşırdı sohbetler sevgililere gelince. Kat yerleri artık yırtılmaya yüz tutmuş mektuplar çıkardı yeniden ceplerden. Patlayıverirdi birden birikmiş isyanlar, bazen bir hıçkırık, bazen bir küfür olur yırtar çıkardı bağırları… Cevap alınamayan mektuplar, alınmışsa bile keşke alınmasıydı denilenler. Açılanamayan kız arkadaşlar, buluşmaya gelmeyenlere duyulan öfkeler…
Aşkına karşılık bulanlar, aldıkları haberleri, ilk el tutuşmalarını, ilk pastane oturmalarını anlatırken yeni bir buluş duyuruluyormuş gibi sessizce dinlerdik. Kendi yazdığı mektubun yerine askerdeki bir arkadaşından gelen mektubu vermişti biri kıza da, gülmekten ağrılar girmişti karnımıza.
Tommik, Teksas, Mandrake, Kızılmaske, Mister No’lar el değiştirirdi bir ara. Bunun da pazarı kurulurdu hemen bir ranzanın üstüne. Hafta içi ders kitapları arasında gizli gizli kendine yer bulan bu muhteşem eserler, güneşlenecek gibi sere serpe uzanıverirlerdi yatağa.
Bizim kuşak harfleri buradan çıkarmıştı ilk. Okumayı bunlarla sökmüştü. Cin Ali’den önce tanımıştık biz onları. Öyle içimize işlemişti ki, Kulver Kalesi’ne gittiğinde Tommiks Suzi’yi görememişse kızardık çizene. Sanki bizdik buluşamayan sevgilisiyle.
Tamtam sesleriyle Fantom’u çağırdıklarında bizim de aklımıza ilk kendi Fantom’umuz gelirdi. Zagor’un Çiko’su gibi kaç tane Çikomuz vardı bizim de. Yeye’nin boynundaki, pusula mıydı saat miydi kaç kez tartışmıştık.
Ağlanacaksa da orada ağlanırdı birimizin derdine, gülünecekse de hep birlikte gülerdik. Konuşulmuş değildi bütün bunlar, bir kurala da bağlanmamıştı ama herkes bir diğerinin hassaslıklarına dikkat ederdi yine de. Eğer ki, bir konuda çok üstüne gidiliyorsa birinin o zaten kabul görmüş bir durumdu ya da ileride görecekti.
İlk sigarasını burada içmişti birçoğumuz. Kimi meraktan denemişti, kiminin kahrı ağır gelmişti ruhuna da savurmak istemişti dumanıyla.
Daha çok üçüncü sınıfların mekanıydı. Bazen çok sevilen ve buraya girebilmek için bütün elemeleri geçebilmiş olan alt devrelerden birileri de olurdu. Nasıl bizler bizden öncekilerin ağızlarının içine bakarak dinlemişsek abilerimizin, onlar da öyle heyecan duyarlardı. Önemliydi anlatılanlar çünkü. Onlar bizim hem sözlü edebiyatımızdı, hem büyüyen dağarcığımız. Sözlü kurallardı oradan çıkarılacak dersler.
Oraya getirilmiş bütün cihazlar da oranın demirbaşı sayılırdı. Birçoğunun mülkiyeti kime aitti bilinmezdi bile. Bilinenlerde konuşulmazdı zaten. Onlar artık oradakilerin hepsinindi.
Her insan giremezdi ama bütün konular girebilirdi 10 No.lu’ya… Forumdu orası. Herkes saygı çerçevesinde her şeyi konuşabilir, anlatabilirdi. Aynı zamanda bir eleştiri ve özeleştiri yeriydi de. Halk mahkemesiydi bazen… Varsa kırgınlıklar, küskünlükler orada çözülürdü.
Oranın en büyük ve değişmez temel yasası da, buradan gizlilik addedilen hiçbir şey çıkmazdı dışarı. Bütün özeller mühürlenir, yaşanmışlıklar kilitlenirdi. Kırık buruk yerlerimiz elden geldiğince tamir edilmiş olurdu. Bütün demirbaşlar yeni gelecek malzemelerle birlikte kullanılmak üzere bir sonraki buluşma için özenle saklanırdı.
Ve sonra hiç orada olunmamış gibi her yer düzenlenerek, terkedilirdi gizli kale. Pazar akşamından gelmeye başlardı çünkü 10 No.lu’nun geçici sakinleri…
13 Kasım 2016 – Ankara